The Dig (Kazı) İncelemesi

The Dig (Kazı) İncelemesi

27 Şubat 2021 0 Yazar: Mrs. Hyde

• Ortalama okunma süresi: 4 dakika

Ocak 2021’de Netflix üzerinden gösterime giren İngiliz yapımı The Dig (Kazı), Simon Stone tarafından çekildi. John Preston’ın aynı adlı romanının bir adaptasyonu olan filmde yaşanmış bir hikâyeden esinlenilmiş: Sutton Hoo hazinesinin keşfi. Başrollerde ise birçok izleyiciyi heyecanlandıracak isimler olan Ralph Fiennes ve Carey Mulligan var.

Basil Brown (Ralph Fiennes) geleneksel eğitim almış bir arkeolog değil, ancak işini tutkuyla ve titizlikle yapmasından dolayı, Edith Pretty (Carey Mulligan) onu arazisindeki höyükleri kazması için işe alır. Hikâye 1939 yılında geçer, yani İkinci Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce Avrupa’da tansiyonun iyice yükseldiği sıralarda. Bunun da elbette ki olayların gelişimine ve karakterlerin psikolojisine olan yansımasını görürüz: Ölüm ve yaşam daha önce olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Kısıtlı imkânlarla başlayan kazı çalışmasında Basil’in öngörüleriyle ulaşılan netice ulusal müzelerin devreye girmesini gerektirecek kadar büyük olurken, olay örgüsünün detaylı analizini keşfetme kısmını sadece yazının devamını okumayı arzu eden okurlarımızla paylaşalım. (Buradan sonrası spoiler içerir demek istiyoruz!)

Film oldukça sakin bir hava içerisinde İngiliz kırsal kesiminde başlıyor. Edith ve Basil karakterlerini anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi önce. Bu eforu sarf etmemizi sağlayan ise başkarakterlerin derinliğini görünür kılan Fiennes ve Mulligan’ın başarılı oyunculuk performansları. Kırsal manzaraya aksanlardan ses tonlarına, oradan da vücut diline kadar uzanan ince performanslar eşlik edince izleyicinin karakterlerle kurduğu ilişki de gürültüden uzak bir hal alıyor. Kazı çalışmasını sembolik boyutlardan düşünerek izleyici Edith ve Basil arasındaki ilişkiyi de içselleştirme şansı yakalıyor.

Kazılarda bulunan kıymetli objeler bir yana, bulunan gemi kalıntısının aynı zamanda bir mezar işlevi gördüğünün anlaşılmasıyla ölüm ve yaşam temaları iyice gün yüzüne çıkıyor. Ölüm her şeyin sonu demek mi? Yoksa kolektif anlamda insanlığın büyük yolculuğunun bir parçası mı? Bulunan her kalıntı da bunun göstergesi mi? Hikâyenin alt metinleri ölünce yok olmadığımızı kanıtlamaya çalışırcasına, daha önce kocasını da kaybetmiş olan Edith’in kalp hastalığını ön plana çıkarıyor. Edith dönemin tıbbi koşullarının kendisine yaşama şansı sunmadığını bildiğinden, kısa süre içerisinde öleceğinden emin. Bu noktada, filmin kendisi de bir bütün olarak Edith’i bir anlamda bugün bile yaşatıyor. Basil ve Edith arasındaki bir konuşma da bu fikrin altını çiziyor.

Edith “Ölüyoruz,” der. “Ölüyoruz ve çürüyoruz. Yaşamıyoruz.” Basil ise şaşırır ve ikna edici bir ses tonuyla yanıtlar: “Aynı düşüncede değilim. Bir mağara duvarındaki ilk insan eli izinden beri, devamlılık arz eden bir şeyin parçalarıyız. Yani, aslında ölmüyoruz.”

Bulunan değerli kalıntıların ve emeğin üzerine konmak isteyen eğitimli British Museum görevlilerinin düşündüğünün aksine, tam da Basil’in öngördüğü gibi 6. yüzyıl Anglo-Sakson dönemden kalma olan gemi kalıntısının bir mezar olduğunun ortaya çıkması da, orada gömüldüğü tahmin edilen kralın da bu devamlılık içerisinde hala yaşadığını ima ediyor. Yani tarih ve hafıza da yaşamı devamlı kılan etkenlerden olurken, arkeoloji de geçmişi deşerek bu sürekliliği sağlayan bir vasıta işlevini görüyor.

Bu sıralarda patlak vermek üzere olan İkinci Dünya Savaşı da ölüm ve yaşam temasını farklı bir boyuta getiriyor. Savaş o kadar güçlü ki, beklenmedik anlarda atılan bombalar sadece yaşayan insanlara değil de kolektif bilincin devamlılığını sağlayan tarihi kalıntıları da hedef alabiliyor. Yani sadece şimdiki zamanı değil, geçmişi de öldürüyor. Bu nedenle çalışmayı sürdüren ekibin amacı savaş resmi anlamda patlak vermeden kazıyı tamamlamak ve ören yerini muhafaza edebilmek. Buraya kadar filmin neredeyse klasik bir İngiliz romanı havası veren atmosferi seyir zevkinin doruklarına ulaşmayı sağlarken, filmin tonu yepyeni karakterlerin bir anda hikâyeye dâhil olmasıyla tamamen değişiyor.

Edith’in kuzeni Rory (Johnny Flynn) ve yeni evli çift Stuart (Ben Chaplin) ve Peggy (Lily James) sadece kazı ekibine dâhil olmakla kalmayıp, kişisel hikâyeleriyle de filmde önemli bir yer iddia eden karakterler. Bu nedenle film herkese yetemiyor. Yeni karakterler yavaş yavaş ön plana çıkmaya başlarken, Basil ve Edith’in görünürlüğü gittikçe azalıyor. Filmin ilk yarısını sevenler için bir hayal kırıklığı gibi görünen bu ilginç ton değişikliği her ne kadar başarılılığı tartışmaya açık olsa da bilinçli bir seçim. Zira filmin başından beri iletmek istediği düşünceyle uyuşuyor: Hayatta başrolde olduğumuz an geçse bile, hepimiz süreklilik arz eden bir döngünün parçasıyız. Biz yavaş yavaş giderken bizim hikâyemizin benzerlerini yaşayan karakterler geliyor.

İkinci perdenin böylesine keskin bir ton değişikliği sunmasının diğer sebebi de kazıya dâhil olan Peggy Piggott’ın orijinal metnin yazarının, John Preston’ın akrabası olması olabilir. Belki de Margaret Guido olarak da bilinen arkeolog Peggy Piggott’ın Sutton Hoo deneyimini aileden duyma şansı Preston’ın daha en başından bu romanı kaleme almasındaki esin kaynaklarından biri olabilir. Ancak The Dig, o dönemde çoktan başarılı ve deneyimli bir arkeolog ve akademisyen olan Peggy Piggott’ı kendisini şans eseri orada bulmuş acemi bir stajyer gibi yansıtıyor. Basil Brown’ın hakkını teslim etmeye çalışan bir filmde, keşke Peggy Piggott karakteri sunulurken de biraz daha özenli davranılsaydı demekten kendimizi alamıyoruz. Elbette ki filmdeki tüm detayların gerçeğe sadık kalmasını beklemek mümkün değil ve senaryo gereği eklenen veya çıkarılan birçok detay var. Sonuçta belgesel değil de gerçek olaylardan esinlenilmiş kurgusal bir filmden bahsettiğimizi unutmamak gerekir. Ancak özellikle Peggy karakterinin sunum şeklinin üzerinde durmamın nedeni sistematik bir ayrımcılığın kurbanı olmuş gibi görünmesi. Tıpkı gerçek ekibin fotoğrafçılarının aslında Mercie Lack ve Barbara Wagstaff adlı iki kadın olması ve onların çektikleri fotoğrafların İngiltere’deki ilk renkli arkeolojik kazı alanı fotoğrafları olması gerçeğinin göz ardı edilip yerlerinin kurgusal erkek Rory karakteriyle doldurulması gibi.

Öte yandan, bir karakter olarak Peggy’nin Rory ile yaşadığı aşkta da yaşam ve ölüm fikri filmin genel temasına uygun bir şekilde irdelenmeye devam ediyor. Rory’nin artık resmi anlamda başlayan savaşa çağrılmasıyla bu ilişkinin nereye gideceğini sorgulamaya cüret bile edemiyoruz. Dahası kasabaya düşen savaş uçağı da karakterlere yine ölümü hatırlatan bir detay olurken, bir anlamda da Rory’nin sonunu önceden bir ima etme yöntemi olarak incelenebilir.

Yaşam, ölüm ve hafıza temalarını merkezine alarak yoğun sembollerle üzerinde çalışılmış bu film, tarih ve arkeoloji ile harmanlanarak günümüzde British Musem’da sergilenen ve 6. ve 7. yüzyıl kültür ve sanatına dair algılarımızı değiştiren Sutton Hoo hazinesinin kenarda köşede kalmış keşif hikâyesini anlatıyor. Kazılar nasıl geçmişi bizlerle buluşturuyorsa, bu film de Basil ve Edith’in, Peggy ve Rory’nin geçmişte kalan kurgusal ancak gerçek olaylardan belirli bir ölçüde esinlenen hikâyelerini deşip bizlerle buluşturuyor. Bir anlamda, filmin kendisi de adeta arkeolojik bir çalışma işlevi görüyor. Bunu da yıllarca emeği göz ardı edilmiş Basil Brown’ı asilce selamlayarak yapıyor.

 

Son görsel: Sutton Hoo Arşivi