Edebiyat Üzerine…
1 Ocak 2021 0 Yazar: Mrs. Hyde• Ortalama okunma süresi: 4 dakika
Baştan söylemek gerekirse, bu yazıda edebiyatın tanımını yapmaya çalışmak gibi bir niyetimiz yok. Sadece edebiyat üzerine konuşmak, gelecekte sunacağımız içeriklere dair küçük bir giriş yazısı yazmak istedik. Edebi metinleri masaya yatırmak ve genel ya da çok özel bakış açılarıyla okumak gayretinde olacağımız Paldır Kültür Sanat tahlillerimizde, aynı zamanda o metinlerin yaratılma aşamalarını, yazar ve şairlerin belli başlı eserleri kaleme alma nedenlerini, edebi ve hatta sosyal sorumluluklarını sorgulamak niyetinde olmaya çalışacağımızı da en baştan belirtmek gerek. Aslında, okumak ve yazmak eylemi üzerine düşünürken, yaşamı ve onun tüm alanlarını da irdelemek, anlamlandırmak ve belki de güzelleştirmek gayretindeyiz.
Edebiyat üzerine çalışmak, kişiye entelektüel bir özgürleşme ve keşif alanı sunar. Keşfedilen şey bir bilgi olabildiği gibi, hayal gücünün farklı odaları ve düşünme kapasitesinin genişlemesi de olabilir. Haz da olabilir, acı da. Bazılarınızın, acı da bazen bir haz değil midir dediğini duyar gibiyim. İzin verin, bu tartışmaları Paldır Kültür Sanat tasarımızın somutlaştığı zamana bırakalım ve şimdi edebiyatın zenginlikleri üzerine konuşmaya devam edelim.
Öteki Renkler adlı kitabında, Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, “Bakın, burada Nişantaşı’nda oturuyorum. Gün boyunca pek çok ses duyuyorum; kestane ağaçlarını görüyorum, karşı apartmanın perdelerini, onların arkasındaki karanlığı, gölgelerin kıpırdanışını, başka bir apartmandan yansıyan antenleri… Bütün bunlarla, dünyanın bütünü hakkında bir bulutsu kitle canlanıyor kafamda. Roman, algıladığım bütün bu küçük şeylerin yerlerini değiştirerek, onları birbirinin içine sokarak, o dumansı kitleyi hiç alışılmadık bir biçimde özümleme, görme ve içinde yaşadığımız âleme yepyeni bir bakışla bakabilme imkânı sağlıyor bana.”[1] diye yazıyor. Pamuk’un bahsettiği etrafımızdaki dünyayı, kişileri, küçük şeyleri dönüştürme imkânı, edebiyatın farklı bakış açıları sunma konusundaki etkisiyle doğru orantılı. Bu da birazdan irdeleyeceğimiz okur ve yazar arasındaki ilişki bakımından oldukça önemli. Nedir peki yazar?
Romantik şair Percy Shelley, karizmatik bir dille yazdığı “A Defense of Poetry” (1840) eserinde, şairi sivil toplumun kurucusu olarak görürken, hayal gücü olmadan ahlakın gelişemeyeceğini ve bu nedenle de şiiri insanın iyiye olan eğiliminin koruyucusu ve kollayıcısı ilan etmiştir[2]. Retorik, yani söz sanatı, Martin Luther King’in “I Have a Dream” söylevi göz önüne alındığında, dünyayı değiştiren bir araç değil midir? Yoksa edebiyat sadece bir çılgınlık mıdır?
Akademisyen Andrew Bennett ve Nicholas Royle bu sorularımıza şöyle yanıt veriyor: “Sonuç olarak hiç kimse Fyodor Dostoyevski ya da Emily Bronte tarafından yazılan bir romanın ya da Emily Dickinson tarafından yazılan bir şiirin veya Samuel Beckett tarafından yazılan bir oyunun akla uygun olduğunu iddia edemez. Edebiyat çılgın. Edebiyat insanların sürekli çılgınca şeyler söylediği ve yaptığı bir nutuk.”[3] Bizi biraz düşünmeye sevk eden bu detaylardan çok kısaca bahsettikten sonra, yine izin verin, iyi ve kötü arasındaki ilişkiyi, retorik ve ikna ediciliği, edebiyatı ve çılgınlığı, yani Shelley’nin haklılık payı olup olmadığını da sonra tartışalım ve yazımıza Kanadalı yazar Margaret Atwood ile devam edelim.
Atwood Cambridge Üniversitesi’nde verdiği derslerden oluşan notlarını düzenleyip, önce Negotiating With the Dead başlığıyla, daha sonra da farklı bir başlık ile On Writers and Writing adı ile okuyucularla buluşturuyor. Yazarlar ve yazmak üzerine düşüncelerini ve araştırmalarını ifade ettiği bu eserde, biraz da mizahi ve mütevazı bir dille, bir yazar olarak bu konuda kendisinin bile söyleyebilecek fazla bir şeyi olmadığını belirtiyor. Sonra da birçok farklı yazarın neden yazdıklarına dair, kendi ağızlarından çıkan tek cümlelik açıklamaları bir araya getirip okura sunuyor. Birkaçının çevirisini aktarıyorum:
“Geçmişi deşmek için, çünkü unutuldu. İntikam duygumu tatmin etmek için. Çünkü yazmak zorunda olduğumu biliyordum, yoksa ölürdüm. Çünkü yazmak risk almak demek ve sadece risk alarak yaşıyor olduğumuzu biliriz. Kaostan düzen oluşturmak için. Kendimi tatmin etmek için. Kendimi ifade etmek için. Kendimi güzel bir şekilde ifade etmek için. Harika bir sanat eseri yaratmak için. Erdemli olanı ödüllendirmek ve suçluyu cezalandırmak için… Doğaya bir ayna tutmak için. Okura bir ayna tutmak için. Bir toplumun ve onun hastalıklarının bir portesini çizebilmek için. Kitlelerin ifade edilmemiş yaşamlarını ifade etmek için. Burnumu ölüme sokmak için. Çocuklarıma ayakkabı alabilmek amacıyla para kazanmak için. Aşağılık heriflere gününü göstermek için. Yeni bir şey yaratmak için. Sanata hizmet etmek için. Tarihe hizmet etmek için. Depresyonumla başa çıkabilmek için. Kendimi olduğumdan daha enteresan göstermek için. Güzel bir kadının aşkını kazanmak için. Herhangi bir kadının aşkını kazanmak için. Güzel bir erkeğin aşkını kazanmak için. Okuru eğlendirmek ve tatmin etmek için. Yaşadığım dönemin bir kaydını tutmak için. Berbat yanlışları ve kötülükleri ortaya çıkarmak için. Azınlık bir grubu ve ezilmiş bir sınıfı savunmak için. Okuru ve kendimi anlamaya çalışmak için. Daha önce benimle dalga geçenlerle dalga geçebilmek amacıyla para kazanmak için. Yeni bir kelime söylemek için.”[4]
Bizleri belki gülümseten, belki düşündüren, belki de kızdıran bir dolu gerekçeden sonra belirtmek gerekir ki, Atwood’un da altını çizdiği gibi, bu toplama motifler listesinin altına her yazarın imzasını atması beklenmemelidir. Ancak birçok yazar bu nedenlerin birine, birden fazlasına ya da hepsine sahip olabilir.
Sonuç olarak, her şey bu veya bu tarz nedenlerle başladıktan sonra, yazma eylemi nerede biter ve okuma eylemi başlar? Fransız göstergebilimci ve edebiyat eleştirmeni Roland Barthes’ın düşündüğü gibi, eserin var olabilmesi için, yazarın ölmesi mi gerekir? Bir mecaz olarak yazarın ölümü, yukarıda oluşturduğumuz varsayımsal gerekçe listesinin önemini yok eder mi? Yazar ve okur aynı eser aracılığıyla bağlantı kurar, ancak iki eylem de yalnız yapılır. Romanın bir obje olarak da, fikir olarak da tamamlanması için yazma eyleminin bitimi yeterli midir? Öte yandan, romanı var eden, okuyucu değil midir? Yani, postmodern düşüncenin işaret ettiği üzere, metinlere okur merkezli yaklaşım yapmak mı gerekir? Peki, yazarın ölümü, bu tasarıyı da bir neticeye ulaştıracak olan, sık sık yapmaya çalışacağımız metin analizini zora sokmaz mı?
Farkındayım, çok fazla soru birikti. Gelin, bunların yanıtlarını hep birlikte arayalım.
Not: İkincil kaynak çevirileri tarafımızdan yapılmıştır.
Kullanılan görsel: Margaret Atwood Batı Berlin’de Damızlık Kızın Öyküsü‘nü yazarken, 1984, fotoğrafçı Isolde Ohlbaum.
[1] Orhan Pamuk, Öteki Renkler, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006, s.104.
[2] The Norton Anthology of Theory and Criticism, 2nd ed., Percy B. Shelly, “A Defense of Poetry” makalesi.
[3] Andrew Bennett ve Nicholas Royle, This Thing Called Literature, London and New York, Routledge, 2015, s.13.
[4] Margaret Atwood, “Introduction: Into the Labyrinth”, On Writers and Writing, London, Virago Press, 2003.