Doğu-Batı İkilemi Çerçevesinde Oblomov

Doğu-Batı İkilemi Çerçevesinde Oblomov

1 Ocak 2021 0 Yazar: Mrs. Hyde

• Ortalama okunma süresi: 6 dakika

Belki birçok okur için Ivan Gonçarov, Rus edebiyatı denince akla ilk gelen isimlerden biri değilken, kendisinin fevkalade romanı Oblomov (1857) da en çok bilinen Rus romanlarından biri değil. Ancak, Türk edebiyatının eğilimleriyle çeşitli noktalarda paralellik göstermesi açısından, özellikle Türkiye’deki okurlar için hoş bir okuma ve düşünme deneyimi sunabileceğini varsaydığım 19. yüzyıl Rus edebiyatının en değerli eserlerinden biri olan Oblomov’a olan ilginin daha da artmasını dileyerek, kitabı bitirir bitirmez bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Adını soylu bir aileden gelen ve hiçbir işe yaramayan, uyuşuk başkarakterin soyadından alan Oblomov, aslında Rusya’da oblomovshchina yani “oblomovluk” tabirinin dile yerleşmesine vesile olacak kadar etkili bir eser. Bu yazıda Gonçarov’un birey üzerinden toplumun nabzını nasıl tuttuğunu inceleyerek Oblomov’un Doğu-Batı ikilemi çerçevesinde kısa bir okumasını yapacağız.

Gonçarov Oblomov’u 1857 yılında, yani Rusya’da toprak köleliliğinin kaldırılmasından dört yıl önce yayımlamıştır. Aslında Avrupa’da Orta Çağ’dan beri aktif olan toprak köleliği ve derebeylik sistemi solmaya yüz tuttuğu sıralarda, Rusya’da tam aksine gelişmeye başlamıştır. Savaşlar, epidemiler, yıkımlar ve coğrafi nedenlerin de etkisiyle, 16. ve 17. yüzyıllarda köylüler geçimlerini sağlamak için toprak köleliği yapmak zorunluluğuna girmişlerdir. Romanın yazıldığı tarih, toprak ağaları ve serfler arasındaki gerginliğin son anlarına tekabül etmesi bakımından önem taşımaktadır. Amerikan İç Savaşı’nın da başlama tarihi olan 1861’de artık dünyanın düzeni yavaş yavaş değişmeye başlıyor, kölelik olgusu sorgulanıyordu. Zaten Rusya’nın da değişime, diğer büyük devletlerle mücadele edebilmek için geç kalmış olduğu sanayi devrimini artık daha yakından takip etmeye ihtiyacı vardı. Bu da birçok anlamda bir modernleşme hareketinin başlangıcı demekti. Bu noktada, İlya İlyiç Oblomov ülkesinin Doğulu yanını temsil ederken, en yakın arkadaşı Ştolts ise hem değişen Rusya’nın bir resmi olurken hem de Avrupa’yı temsil etmektedir.

Oblomov ailesinden kendisine kalan büyük bir toprak, çiftlik ve aşağı yukarı üç yüz köylüden sorumlu bir soyludur. Hayatı boyunca elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, annesi tarafından şımartılmış, çorapları bile evin içindeki çalışanlar tarafından giydirilip çıkartılmıştır. Uşağı Zahar’la birlikte St. Petersburg’a gelip, devlet dairesinde çalışmaya başladığında, Oblomovka’da yer alan çiftliğinin idaresini kâhyaya bırakmış ve sadece düzenli aralıklarla oradan gönderilen gelirle geçimini sağlamaya başlamıştır. Zaten bir süre sonra da devlet dairesinde çalışmanın stresine katlanamayıp, işi gücü bırakıp günlerini koltukta uzanıp Oblomovka’nın hayalini kurarak geçirmeye başlamıştır.

Hayalini kurduğu Oblomovka romanın yayımlanmasından sekiz yıl önce bir dergide yayımlanmış olan ve incelediğimiz eserin de büyük bir bölümünü oluşturan “Oblomov’un Rüyası” adlı bölümde iyice irdelenmiştir. Geleneksellik, ataerkil düzen, kayıtsızlık, rahatlık dolu bir Oblomovka görürken, İlya’nın eylemsizliğinin de nasıl kendisine ailesi tarafından kodlandığını anlama fırsatı edinmekteyiz. İlya bu geçmişe o denli bağlıdır ki, en mutlu anlarında bile bir gün oraya dönme hayalini kurmaya devam eder. Ancak, bu hayali gerçeğe dönüştürmek için gerekeni yapma iradesinden yoksundur. Ne bulunduğu yere, ne de hayaline/geçmişine ait olabilen Oblomov, topluma yabancılaşır. Öyle ki, ilk elli sayfa boyunca yatağından kıpırdamayan ana karakterin, yüz elli sayfa sonra ağır adımlarla sandalyesine geçtiğini izlemek okuyucunun gördüğü en büyük fiziksel aktivitedir. Eskiyle yeni arasında kalıp tükenen Oblomov’u, en yakın arkadaşı Ştolts birçok kez ayağa kaldırmaya çalışır. Tabii bu noktada, üçüncü kişi ağzıyla anlatım yapan yazarın üslubunun da çok ciddi olmadığını not etmek gerekir. Aksi takdirde, ana karakterin nadiren hareket ettiği romanın ilk üçte birlik kısmını okumak hiç de kolay olmazdı. Anlatıcı, yer yer hiciv havası da veren tonuyla okuyucuyu gülümsetmeyi başarırken, insan doğası ve varoluş üzerine de atıflarda bulunur. Yoğun diyaloglar sayesinde de ana karakterin hareketsizliğine rağmen roman oldukça akıcı bir hal alır.

Ştolts’un babası çalışkan bir Alman, annesi ise Rus bir soyludur. Annesinin hoşuna gitmese de, Ştolts babasının etkisiyle bir soylu gibi yaşamadan, her işini kendi kendine hallederek kişisel hikâyesini inşa etmiş ve yeniliklere hem sosyal hem de ekonomik anlamda uyum sağlamayı başarmıştır. Bir yandan dünyayı gezerken, bir yandan da çok çalışarak ve yatırımlar yaparak yaşam kalitesini artırmaktadır. Her anlamda, yatağından çıkmayan Oblomov’un tam tersi bir karakterdir. Oblomov gelenekçi toplum yapısı içinde yetişip, değişen dünyada kendi ihtiyaçlarını karşılayacak donanımdan yoksun bir karakter olarak öne çıkarken, yarı Alman Andrey Ştolts Rusya’nın Avrupa’ya dönük olan modern yüzünü temsil etmektedir.

Romanın iki önemli kadın karakteri arasında da benzer bir zıtlık görmek mümkün. Çağının ilerisinde bir kadın olarak resmedilen Olga, dönemin baskın ataerkil yazınında bile kendi fikirlerini ifade etme ve kendi hayat tarzını oluşturma eğiliminde bir karakterdir. Okumayı, piyano çalmayı, opera ve tiyatroyu takip etmeyi çok severken, aile ve arkadaş buluşmaları ile de sosyal hayatını canlı tutan Olga, romanın felsefik yönelimlerine de insan doğası, aşk, dostluk kavramları üzerine söyledikleri ve düşündükleri ile yoğun bir katkıda bulunur. Olga’nın pratik yapısı ile İlya İlyiç’in uyuşukluğu bir noktada ikili arasındaki romantik ilişkiyi bile sonlandırmaya yetecek kadar usandırır iki tarafı da.

Oblomov’un evlenip çocuk sahibi olmayı seçtiği ev sahibi kadın Agafya ise entelektüel fikir alışverişlerinde bulunabileceği diyalogları kurma kapasitesinden yoksun, okumayan, yazmayan, tiyatroya gitmeyen, ancak kendini ev işlerine adamış bir kadın olarak okuyucu karşısına çıkmaktadır. Kendi hislerinin muhasebesini bile yapamasa da, okuyucu onun Oblomov’u sevdiğini bilir. Oblomov da onda, yaşamı boyunca düşlediği Oblomovka atmosferinin izlerini bulur. “Keyifli midir, dertli midir, az mı, çok mu uyumuştur, hemen fark ederdi. Sanki bütün hayatı boyunca onu incelemişti; fakat bütün bunları niçin bildiğine şaşmaz, Oblomov’un kendisi için ne olduğunu, niçin bu kadar zahmete girdiğini düşünmezdi.”[1] Nasıl ki annesi ve dadısı küçük İlya İlyiç’i sevip, her ihtiyacını daha kendisi bile fark etmeden karşılamaya hazırdıysa, Agafya da Oblomov’u yedirir, içirir, hastayken başından ayrılmaz, onun en sevdiği yemekleri büyük bir özenle hazırlar, alışverişini yapar, kıyafetlerini temizler ve onarır. Kısacası, Oblomov’un rahatı için elinden gelen her şeyi sorgulamadan yapar. Bu noktada, Olga modernleşen Rus kadınını temsil ederken, Agafya da geleneksel ataerkil normlar arasında sıkışmış Rus kadınını temsil etmektedir.

Dikkate değer bir nokta da Oblomov’un hırkasının sembolik önemidir. “Acem işi bir hırkası vardı; bu hırka her bakımdan Doğuluydu, hiçbir bakımdan Avrupalı izi yoktu…”[2] İlya İlyiç’in hırkası tıpkı eski toplumsal yaşam biçimi fikri gibi hala ihtişamını korur. Ancak, apaçık bir şekilde eskimiştir. İlya İlyiç’in üzerinden çıkarmadığı bu hırkayı giymekten vazgeçtiği dönem, Olga ile tanışıp hayata tutunmaya başladığı ve alışkanlıklarını değiştirmeye çalıştığı zamana denk düşer. Yani bu eski, uyuşuk, geniş Doğulu elbiseyi giymeyecek kadar değişmiştir İlya. Ancak, Olga ile olan ilişkisinin bitiminde, Oblomov’un tüm kıyafetlerini elden geçiren Agafya’nın bu eski hırkayı da sürpriz bir şekilde onarması sonucu, Oblomov’un eski hayatına dönüşü tescillenmiştir. Hırkanın onarılmasına çok da mutlu olmayan Oblomov, aslında bu hayata dönmeyi istememiştir. Fakat kendisinin de kabullendiği üzere, oblomovluk sadece isteyerek kurtulabileceği bir durum değildir; bu nedenle de, itirazcı olmadan hırkasını yeniden giymeye başlar ve sık sık kanepede uyuklar.

Sonuç olarak, Doğulu Oblomov’un, Batılı Olga’yla hayatını sürdürebilmesi için göstermesi gereken gayret, Oblomov’un topluma çoktan yabancılaşmasından ötürü mümkün olmamıştır. Bunun yerine, Agafya’da gördüğü anne sevgisini andıran tavır ve şefkat, üstelik Viborg Mahallesi’ndeki evlerinde hissedilen Oblomovka tınısı, Oblomov’un düşlerinde aradığı yaşamın bir imitasyonuna daha iyisi için çaba göstermesine gerek kalmadan sığınmasını sağlamıştır. Peki, nedir bu Oblomovka tınısı? “Oblomov’un Rüyası” adlı bölümden yola çıkarak, sosyal, kültürel ve ekonomik rekabetin, değişen dünyaya uyum sağlama zorunluluğunun olmadığı, kayıtsız bir biçimde günlerin yemek yiyip uyuma ekseni etrafında geçtiği, oblomovluk halinin hüküm sürdüğü nokta olarak tanımlanabilir. Hayatını değiştirmek için kılını kıpırdatmayan derebeyi Oblomov bu hayatın elleri arasından kayıp gitmesinden elbette ki hoşnut değildir, hatta uyanık olduğu zamanlarda ara sıra ağlar ve neden elinden bir iş gelmediğini düşünür durur: “Ben neyim ki? Oblomov, işte o kadar. Halbuki Ştolts mesela, öyle mi ya: Zekası var; kendini, başkalarını idare edebiliyor; hayatına düzen verebiliyor.”[3]

Genel kanı, Gonçarov’un gözünü kırpmadan Rusya’nın modernleşme macerasında Doğuyu kaybeden, Batıyı ise kazanan taraf olarak gösterdiği yönündedir. Oblomov en yakın dostu Ştolts’un tüm çabalarına rağmen, denemekten vazgeçmiştir. Ştolts başarılarına başarı katmış, Olga ile de evlenip aile kurmuştur. Genel kanının aksine, Gonçarov’un bu fikir ayrımında tuttuğu tarafın kendisi tarafından o kadar da net yansıtılamadığını belirtmekte fayda var. Her şeye rağmen, belki yer yer ağır basan mizahi anlatımın etkisiyle, belki de iyi niyetli Oblomov’un fırsatçı insanlar tarafından kullanılmasına defalarca şahit olunduğu gerekçesiyle ya da kalbinin zengin olduğunu bilmenin tesiriyle, birçok okur Oblomov karakterini sever.

Akademisyen Marietje Kardaun, romanın kilit bölümü olarak gösterilen, bu yazıda da birkaç kez referans olarak kullandığımız “Oblomov’un Rüyası” adlı bölümdeki lirik anlatım yoluyla Gonçarov’un feodal Rusya’yı neredeyse sempatik bir tanımlamayla okuyucuyla buluşturduğunu ifade ediyor. Kardaun argümanını daha da ileri götürerek, Gonçarov’un eskiyi, feodalizmi kötülemek için yola çıktığını ancak bunu başaramadığını yazarken “roman bir kınama değil de, kaybolan bir dünyanın kutsanması gibi”[4] diyor. Genel kanıya tamamen karşı çıkan Kardaun’un haklılık payı var, ancak Gonçarov’un kullandığı bu lirik dilin, romanın verdiği mesaja tamamen karşı olmayan başka bir açıklaması da olmalı. Yazar aslında Oblomov’un arzularını okuyucuya aktarma gayretinden kaynaklanan adeta büyülü bir dil kullanma girişiminin, okuyucuya varana dek bir nostalji duygusuna dönüşmesine engel olamıyor. Diğer bir deyişle, Gonçarov Oblomov ve onun temsil ettiklerine eleştirel bir tavırla yaklaşırken, modernleşmeden yana bir tutum sergiliyor. Ancak, hiciv tonuna rağmen, bir ütopyayı andıracak kadar güçlü olan betimlemeleriyle o nostaljiye de elinde olmadan kapılmadan edemiyor. “Rus halkı bugün bile çevresindeki sert ve açık gerçeğe rağmen eski zamanların sihirli masallarına inanmayı sever. Belki daha çok zaman bu inançtan kurtulamayacaktır.”[5] Bahsedilen bölümde yer alan bu cümleler, Gonçarov’un Rus toplumunun bırakamadığı eski alışkanlıklar üzerine bir eleştirisi olarak görünürken, aynı zamanda Gonçarov’un seçtiği lirik tonun bir açıklaması olabilir.

Sonuç olarak, Tanzimat dönemi Türk edebiyatını da anımsatan Doğu Batı ikili karşıtlığında, Gonçarov gerek olay örgüsü, gerek sembolizm ve karakter gelişimleriyle modernleşmeyi desteklemiştir. Tanzimat yazarlarında görmeye alışkın olduğumuzsa bunun tersine, Doğunun çeşitli alanlarda Batıya üstün olduğu fikrinin öne çıkması durumudur. Yine de, Gonçarov’un modernleşmeden yana olması, eskiye de muğlâk bir duygusallıkla yaklaşmasına engel olmuyor. Oblomov’un ölümü, değişen Rusya’da ona katiyen bir yer olmadığının göstergesi midir? Kardaun’un son tezine katılarak bitirebiliriz: Romanın sonunda, Ştolts ve Olga çifti Oblomov’un çocuğunu evlat edinmektedir ve hızla sanayileşen Rusya’da, Ştolts gibi bir Batılının yanında, hala Oblomovlar için bir yer vardır.

Not: İkincil kaynakların çevirisi tarafımızdan yapılmıştır.

Kullanılan görsel: Neskelko dney iz zhizni I.I. Oblomova (1980), Dakika 10:00.  


[1] Ivan Gonçarov, Oblomov, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020, s.480.

[2] Gonçarov, Oblomov, s.6.

[3] Gonçarov, Oblomov, s.267.

[4] Marietje Kardaun, “Interpreting the Dream of Oblomov”, Self & Society, 23:3, (1995), s.19.

[5] Gonçarov, Oblomov, s.141.