Absürdizm ve Varoluşçuluk Çerçevesinde Yabancı
26 Ocak 2021 0 Yazar: Mad Jack• Ortalama okunma süresi: 4 dakika
1942 yılında yayımlanan ve Albert Camus’nün edebiyat dünyasında en çok ses getiren eserlerinden biri olan Yabancı (L’étranger), II. Dünya Savaşı döneminde ortaya çıkan felsefi akımlar etrafında şekillenmiştir. Albert Camus, günümüzde de pek çok kişinin zaman zaman etkisi altında olduğu ancak ifade etmekte sorun yaşadığı ‘’hiçlik’’ hissiyatını, eserinin iskeleti niteliğinde oldukça yalın bir dille okura aktarıyor. Bunu yaparken de temel aldığı iki felsefi kavram var: Absürdizm ve varoluşçuluk. Bu kavramları, kitabın başkarakteri Meursault’nun kişilik özellikleri ve davranışları çerçevesinde ele alacağız.
Kökenleri 19. yüzyıla dayanan absürdizm ve varoluşçuluk, yakın anlamlara sahip olsa da ayrıldıkları çok önemli bir nokta vardır. Absürdizm evrenin saçmalığını ve yaşamın anlamsızlığını savunurken varoluşçuluk ise yaşamın anlamsızlığı görüşünün yanı sıra bu anlamsızlığın insanın aldığı kararlar, verdiği tepkiler vs. ile anlamlı hale gelebileceğini savunmaktadır. Başka bir deyişle absürdizm, yaşamın mutlak anlamsızlığından dolayı çabalamanın gereksizliğinden bahsederken varoluşçuluk, çabanın yaşama anlam katabileceğinden bahsetmektedir.
Camus da okura aktarmak istediklerini eserin başkarakteri Meursault’nun yaşamı ve verdiği kararlar ekseninde şekillendiriyor. Meursault, hayatın kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini düşünen bir absürdist, zaman zaman da kendisi fark etmese de varoluşçuluğu benimsemiş biri olarak karşımıza çıkıyor. Eserde de Meursault’nun bu bakış açısını örnekleyen birçok olay bulunmaktadır. Bu duruma Meursault ve onun kız arkadaşı Marie ile aralarında geçen bir diyalog örnek olarak gösterilebilir. Marie, Meursault ile görüştüğü günlerden birinde aniden Meursault’ya evlilik teklifi eder. Meursault ise buna karşılık hiç düşünmeden, umarsızca ‘’evet’’ cevabını verir. Bu hızlı ve soğukkanlı cevabın üzerine şaşıran Marie, bu kez de şu soruyu yöneltir: ‘’Bu teklifi yapan herhangi birine evet cevabını verir miydin?’’. Meursault ise ‘’Evet, neden olmasın?’’ şeklinde karşılık verir. Burada Meursault’nun tepkisi, dünyada pek çokları için en önem teşkil eden konulardan biri olan evliliği dahi umursamadığını, dolayısıyla sahip olduğu fikirlerin ve yaşam biçiminin absürdizm çerçevesinde şekillendiği anlaşılabilmektedir.
İkinci bir örnekse kitabın en çarpıcı kısımlarından biri niteliğindedir. Fransa’da bir büroda çalışan Meursault’ya Marengo’dan gelen telgraf üzerine Meursault’nun, annesinin vefatına olan tepkisi daha doğrusu tepkisizliğidir: ‘’Bugün annem öldü, belki de dün, bilmiyorum.” Edebiyat tarihinin en ünlü giriş tümcelerinden biri olan bu tümce ile yazar, henüz eserin başında okura kitabın sonuna dair ipucu verir. İş yerinden izin alıp annesinin cenazesine katılan Meursault, törende neredeyse hiç üzülmemiştir. Dahası annesinin ölü bedenine son bir kez bakması için odaya davet edildiğinde bakım evi görevlisinden sütlü kahve rica etmiştir. Bu tepkileri veren Meursault için üzülmeye değer bir şey yoktu çünkü o, her insanın bir gün öleceğini bilen ve bu yüzden yas tutmanın anlamsız olduğuna inanan bir absürdistti.
Kitabın son bölümlerine yaklaşırken Meursault’nun cezaevine girdiğine şahitlik ediyoruz. Meursault, mahkemede yargılandığı günlerden birinde çok uzun zaman sonra Marie’yi görür. Aniden aklına Marie ile evlenme kararı aldıkları gelir ve o an ona dokunmak ister. İşte tam burada Meursault’nun absürdizmden ziyade varsayımsal varoluşçuluk eksenine kaydığını görüyoruz. Çünkü birkaç saniyeliğine bile olsa Meursault, hayatını anlamlı hale getirmişti. Birine içten bir şekilde dokunmak istemişti ve dokunmak istediği kişi, onca kişi arasından bir şeyler yaşadığı Marie idi.
Eserin son bölümlerinde başkarakter Meursault idam cezasına çarptırılır. İdam cezası, hayatın bir saçmalıktan ve anlamsızlıktan ibaret olduğunu düşünen Meursault için hiçbir şey ifade etmiyordu, hatta bir bakıma bu anlamsız dünyadan kurtulacağı için onu mutlu etmişti. Artık kimseyle konuşmasına, işe gitmesine ve başkalarının kendisi için anlamsız olan isteklerini yerine getirmesine gerek kalmayacaktı. Ancak Meursault tüm bu düşüncelere o an -idam edileceği an- gelene kadar sahip olacaktı. Beklenen an geldiğindeyse Meursault, henüz farkına varmıştı. Ölmek istemeyen ama bunun için çok geç olduğunun farkında olan başkarakterimizin yaşamının son saniyelerinde dilediği tek şey, ‘’o an’’ yalnız olmamaktı. Meursault’nun ölmeden hemen önce böyle hissetmesinin ana nedeni, anlamsız olduğuna inandığı dünyadan anlamsız bir şekilde yok olup gidecek olmasıdır. Böylece yaşamının son saniyelerinde Meursault’nun bir kez daha varoluşçuluğu benimsediğini görüyoruz.
Öte yandan II. Dünya Savaşı döneminde Albert Camus’nün bir başka eseri olan Sisifos Söyleni’nden sonra absürdizm kavramı mutlak anlamına kavuşmuştur.[2] Savaşın gergin atmosferi düşünüldüğünde de yayımlanan eserin ve absürdizmin mutlak anlamına kavuşmasının bir tesadüf olmadığı söylenebilir. Savaşı tecrübe eden kişinin savaşırken hayattaki son günlerini yaşıyor olma ihtimali, ona hayatın anlamını sorgulatabilir. Kişi zihinsel açıdan kendini anlamsızlığın ortasında bulabileceği gibi yaşamın kendisi için yeni bir anlamını keşfetmesi de kuvvetle muhtemeldir: hayatta kalma içgüdüsü. Bu sebeptendir ki absürdist bakış açısına sahip bir kişi hiçbir zaman tam anlamıyla absürdist olamaz. Meursault’nun idam edilmeden hemen önce hissettikleri de durumu kanıtlar nitelikte. Kaldı ki absürdist bir filozof olmadığını vurgulayan eserin yazarı Camus, absürdizm sözcüğünü kullanırken dünyanın akla uymaz susuşu karşısında varoluşçu bir tavır takınmaktadır.[3]
Toparlayacak olursak tüm bunların ışığında, bazen hayatta kalma içgüdüsü bile yaşamın anlamını elde etmek için yeterlidir. İşte bu tam olarak varoluşçuluk ile örtüşmektedir. Belki evrenin bir yaratıcısı yok, belki kimse eşsiz değil ama kişinin davranışları, hissettikleri ve düşünceleri; bir anlığına olsa dahi absürdist kimseyi absürdist bir durumdan alıkoyabilmektedir.
[1] Camus, Albert. Yabancı, çev. Samih Tiryakioğlu, Can Sanat Yayınları, Baskı:54, İstanbul, 2016.
[2] Khalighi, Shadi ve Ghaemmaghami, Anahita. The impact of World War II and literature on the concept of absurdity in the works of Boris Vian, International Journal of Humanities and Cultural Studies, 2015, ss. 238-242.
[3] Eren, Gül. Albert Camus: Yabancı ve Sisifos Söyleni ‘Duygusal Bir Deney Olarak Saçmanın Düşünsel Bir Kavrama Yükselişi’, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:46, 2011, s. 73.