93. Oscar Ödüllerinin Bir Değerlendirmesi ve Çeşitlilik Mevzusu

93. Oscar Ödüllerinin Bir Değerlendirmesi ve Çeşitlilik Mevzusu

2 Mayıs 2021 0 Yazar: Mrs. Hyde

• Ortalama okunma süresi: 6 dakika

Bu yıl sabırsızlıkla beklenen birçok etkinlik gibi 93. Oscar Ödülleri gecesi de pandeminin gölgesi altında gerçekleşti. Normalde 28 Şubat 2021 tarihi için planlanan gece, 25 Nisan’a ertelenmişti. Prestijini iyice kaybeden Altın Küre’ye yapılan ırkçılık ve çeşitlilik suçlamalarından hemen sonra, bu yılın dikkatle beklenen diğer olayı da elbette ki çeşitlilik mevzusuna akademinin nasıl tepki göstereceğiydi. Diğer bir deyişle çeşitli azınlıklardan gelen insanlara ve beyaz Amerikalı erkeklerin yapmadığı diğer tüm filmlere akademinin göstereceği muamelenin nasıl olacağı merakla bekleniyordu. Her ne kadar her seferinde sonucu merak edenler arasında olsam da, bir diğer tarafım da bu ödül gecelerini eskisi kadar ciddiye alamaz oldu. Nedenlerini birazdan kısaca açıklamaya çalışacağım. Zaten okurlarımızdan bazıları da herhalde aynı şeyleri hissediyordur.

Akademinin doksan üç yıllık tarihinde ilk defa geçtiğimiz yıl İngilizce olmayan bir film, Parazit, En İyi Film ödülüne layık görüldü. Bunun yanı sıra birçok ödülü de silip süpürdü. Bu ödüllerin arasında Parazit filminin yönetmeni Bong Joon-hoo’nun aldığı En İyi Yönetmen ödülü de var ki bununla birlikte Asyalı bir yönetmen ilk defa bu kategoride ödül almış oldu. Kısacası geçtiğimiz yılın sürprizi Parazit olmuştu. Aldığı ödülleri sürpriz olarak nitelendirmemizin sebebi filmin kötü olması değil. Tam aksine bunun tek nedeni akademinin tavrı ve Kore yapımı bir filmin kalitesini tanıması olmuştu. Sinema salonundan çıkılan ilk beş dakika içerisinde filmin hızla ve heyecanla amatör bir değerlendirmesini yaparken, biraz da şaşkın bir şekilde “ilginçti” dediğimi hatırlıyorum. Hala da bu sıfatı kullanabilirim Parazit için, ancak izlemekten büyük keyif aldığımı da ekleyerek. Parazit, önemli alt metnini yaratan ikili karşıtlıkları, sinematografisinin bu zıtlıkları ustalıkla destekleyiş biçimi, metaforları ve ilginç senaryosuyla her anlamda etkileyici bir film.

92. Oscar Ödülleri bu anlamda tarihe geçerken, unutulup giden olaylardan biri ise 2020 yılında bile En İyi Yönetmen kategorisinde hiçbir kadın yönetmenin aday olarak gösterilmemesi oldu. Bu sistematik ayrımcılığa karşın oyuncu Natalie Portman, geçtiğimiz yılın ödül törenine Oscar’a aday gösterilmeyen kadın yönetmenlerin adlarının yazılı olduğu bir ceketle gelmişti. Portman dışında başka birkaç isim de kadına ve etnik azınlıklara yönelik ayrımcılığın altını çizdiler. Ancak bu ayrımcılıklar o kadar normalleşmiş ki geçtiğimiz yılın César ödüllerinde de hakkında birden fazla tecavüz ve pedofili suçlaması olan ve yaptıklarının bir kısmı için cezası da Amerika tarafından onanan ancak yaşamını Fransa’da sürdüren Roman Polanski, En İyi Yönetmen ödülünü almıştı. Böylesine iğrenç bir kayırmacılığa tepkisiz kalamayan Fransız kadın oyuncu ve yönetmenlerin bir kısmı töreni terk ederek bu sistematik kayırmacılığı protesto etmişlerdi. Kısacası bazen yer ve mekân değişiyor, kişilerin adları değişiyor ama olaylar birbirinin tekrarı olmaktan öteye gitmiyor.

Şimdi birçok yönden bununla alakalı ancak başka bir mevzuya eğilelim. Doksan üç yıllık Oscar tarihinde bu yıla dek toplamda sadece beş kadın yönetmen En İyi Yönetmen kategorisinden aday gösterildi. Belki Oscar tarihinin ilk yarısında bunun nedeni kadın yönetmenlere ve yönetmen adaylarına fırsat verilmemesi ve piyasada çok daha fazla erkek yönetmen olmasıydı. Ancak kadınların kamusal alanda aktif olmasıyla birlikte gelinen noktada artık kadın yönetmenlerin azlığındansa, kadın yönetmenlere uygulanan ayrımcılıklar üzerinde durmak daha doğru olacaktır. Daha önce de Berlin Film Festivali’nin cinsiyetsiz kategorileri üzerine yazdığım kısa bir değerlendirmede de bu sorunlardan bahsetmiştim. Sistematik erkek kayırmacılığının olduğu bir yerde azınlıklara yönelik pozitif ayrımcılık boş bir söz öbeği olmaktan öteye gidemez. Neticede gerçek ayrımcılık doksan üç yıl boyunca sektörde erkeklerin kayırılmasıyla yapılmış.

Bu erkek kayırmacılığına rağmen bu yıl En İyi Yönetmen ödülünü En İyi Film ödülünü kazanan Nomadland’in yönetmeni Chloé Zhao aldı. Hem Nomadland hem de yönetmeni benim de ödüle en yakın gördüğüm isimlerdi. Zhao bu ödülü alan ikinci kadın olmakla birlikte, bu ödülü alan ilk Asyalı kadın yönetmen oldu. Gerçi ilk defa bir Asyalı erkek yönetmen de geçen yıl almıştı zaten bu ödülü.

Zhao’dan önce bu ödülü alan ilk kadın yönetmen 2009 yılında The Hurt Locker filmini çeken Kathryn Bigelow olmuştu. Kendisi o yıl En İyi Yönetmen kategorisinde birçok erkeğe karşı yarışan tek kadındı. Bunu özellikle belirtmemin ilginç bir nedeni var: Bu yıl ilk defa iki kadın yönetmen aynı anda En İyi Yönetmen kategorisinden aday gösterildi. O kadar garip ki bu olguyu farklı bir şekilde bir daha ifade etmek istiyorum: İki kadın yönetmenin aynı anda erkeklerle birlikte aday olması için 93 yıl geçmesi gerekiyormuş demek ki. Bakalım bir sonraki için kaç yıl bekleyeceğiz.

Oscar tarihinde farklı yıllarda adaylık verilen toplam beş kadın yönetmenden her biri, sırasıyla Lina Wertmüller (Seven Beauties, 1977), Jane Campion (The Piano, 1994), Sofia Coppola (Lost in Translation, 2004), Kathyrn Bigelow (The Hurt Locker, 2009), Greta Gerwig (Lady Bird, 2018) En İyi Yönetmen kategorisindeki tek kadın aday olmuşlardı.

Birçok yönden bu detayı bir Oscar kazananı olamamak durumundan daha üzücü buluyorum. Günün sonunda kadın yönetmenler, siyahi yönetmenler veya Asyalı yönetmenler gibi piyasadaki ayrıcalıklı olmayan insanlar kırk yılda bir, bir iki ödül alınca bunu gerçekten kutlamalı mıyız? Çünkü karşımızda en prestijli ödül töreni diye sayılan ancak açık açık ayrımcılık uygulayan, işini fevkalade yapan bu insanlara doğru düzgün adaylık bile vermeyen bir akademi var.

Öte yandan bu yıl aday olan ikinci kadın yönetmen Promising Young Woman filmi ile Emerald Fennell oldu. Bir #MeToo filmi olarak öne çıkan Promising Young Woman film başlığının da Brock Turner vakası gibi çeşitli tecavüz vakalarında, medyanın tecavüzcü erkeklerden bahsediş şekline bir gönderme yaptığı düşünülüyor. Örneğin bu spesifik vakada, Stanford’da yaşanan tecavüz sonrası, ataerkil sistemin parçası olan herkesin ve her şeyin isteyerek veya istemeyerek suçun üzerini örtmesi ve tecavüzcünün sadece 6 ay gibi bir süre ile cezalandırılması yine toplumda kendini tekrar eden olaylardan biri olarak öne çıkıyor. Bu teoriye göre tecavüz kültürünün medyasının ise tecavüze uğrayan kadını “promising young woman” yani “yetenekli genç kadın” olarak anmak yerine, tecavüzcüden sistematik bir şekilde “promising young man” yani “yetenekli genç adam” olarak bahsetmesine gönderme yapıyor Fennell.

Daha önce bir yazımda Promising Young Woman’ın renkler üzerinden bir incelemesini yapmıştım ancak Brock Turner vakasına değinmemiştim. Bunun nedeni de, Fennell’ın filmde kasabayı isimsiz bırakması ya da en olmaması gereken karakterlerin bile tecavüz kültürünün öğrettiği refleksleri göstermesi gibi detaylarla, aslında filmdeki dünyanın ve kişilerin hepimizin yaşamında var olduğunu söylemeye çalıştığını düşünmemdi. Zira olaylar spesifik olmaktan uzaktı; cinsel saldırı, erkek kayırmacılığı sadece normaldi.

Neticede Fennell en iyi yönetmen ödülünü alamadı ama yazıp yönettiği Promising Young Woman, En İyi Özgün Senaryo ödülüne layık görüldü. Film daha fazlasını hak etti mi? İşte bu noktada ataerkil toplumdan çıkan bizler için objektif bir yorum yapmak zor. Filmin haksızlığa uğradığını söyleyenler var, bu kadarı bile fazla diye küçümseyenler var. Bu ikinci kısımdakiler muhtemelen filmin “kadın filmi” olduğunu düşünenler falan olmuştur. Çünkü hepimiz başkarakter erkekse, o protagonistin deneyiminin kadın, erkek demeden tüm insanlara hitap ettiği algısıyla yetiştirildik. Başkarakter kadınsa da o eserin sadece kadınlara yönelik olduğu söylendi hepimize. Bu durum kurgusal eserlerin resepsiyonunda da hala önemli bir sorun.

Kısacası bu çürümüş sistemin zihinlerimizin her noktasını işgal ettiğini kabul ettiğimiz anda, Oscar ödülleri de artık çok bir şey ifade etmese gerek. Takip edenler hatırlayacaktır ki 2015 yılında April Reign #OscarsSoWhite (Oscar Çok Beyaz) kampanyasını başlatmıştı. Belki de o günden bu yana akademinin seçimlerinde bir nebze daha fazla çeşitlilik gördüğümüz söylenebilir. Zaten akademi bu tarz protestoların iyice yayılmasından sonra hem kadın hem de beyaz olmayan üye sayısını biraz olsun artırma yoluna gitmişti. Geçen yıl da çeşitlilik konusunda, LGBTİ+ ve engelli bireylerin, kadınların ve etnik grupların temsili konusunda, 96. Oscar Ödülleri’ne aday olacak filmlere yönelik birtakım kurallar getirilmişti. Ama bu cümleleri yazarken aklıma şimdi de bu yılın En İyi Animasyon ödülünü alan ve birçok insanın da bayıldığı Soul (2020) geliyor. Hâlbuki bu yapımın kendisi de başkarakteri siyahi olduğu için tüm tabuları kırıp atmadı, aksine yine o siyahi karakteri yine beyaz karakterin gölgesinde tuttu. Öyle bir toplumsal yapı ve sistem içerisindeyiz ki o sistemin ürettiği çoğu eser, birey ya da kurum da eşitlikçi olmaya çalıştığında bile bunu yüzüne gözüne bulaştırıyor. Görünen o ki bazı filmler ayrıcalıklı grupların ayrıcalıklı kalmasının sigortası işlevi görürken tedbirler ve kurallar da politik doğruculuktan öteye gidemiyor.

Akademinin görmezden geldiği, geçen yıl oldukça beğenilen ancak benim de henüz izleme fırsatı yaratamadığım filmler de var. One Night in Miami, Never Rarely Sometimes Always, Kajillionaire ve daha fazlası… Bunları izleyince aşırı beğenip neden aday olmadılar ya da olanlar da neden daha prestijli kategorilerde aday değildi diye düşünmekten de korkmuyor değilim.

En İyi Erkek Oyuncu ödülüne gelince Chadwick Boseman geçtiğimiz yıl kanserden dolayı hayatını kaybettiği için En İyi Erkek Oyuncu ödülünün kendisinin anısına verileceği beklentileri iyice yayılmıştı. Bence sadece bu, ödülü Boseman’e vermek için iyi bir neden değildi ama Boseman zaten Ma Rainey’s Black Bottom filminde ödüllük bir performans sergilemişti. Zaten bu bariz nedenden ötürü ödülü alması yerinde olur diye düşünüyordum. Ancak akademi bu kadar çeşitlilik yeter dercesine ödülü Anthony Hopkins’e verdi ve Hopkins’i akademi ödülü alan en yaşlı aktör yaptı.

Lafı daha fazla uzatmadan aşağıya 93. Oscar Ödülleri’nin kazanlarının bir listesini de bırakarak bu çok da planlı olmayan değerlendirmemi noktalıyorum. Umalım da önümüzdeki yıl ve yıllar pandeminin gölgesi altında olmasın, daha iyi filmlere ve daha fazla çeşitliliğe sahne olsun.

En İyi Film: Nomadland 

En İyi Yönetmen: Chloé Zhao

En İyi Kadın Oyuncu: Frances McDormand (Nomadland)

En İyi Erkek Oyuncu: Anthony Hopkins (The Father)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Youn Yuh-jung (Minari)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Daniel Kaluuya (Judas and the Black Messiah)

En İyi Özgün Senaryo: Promising Young Woman

En İyi Uyarlama Senaryo: The Father

En İyi Animasyon: Soul

En İyi Belgesel: My Octopus Teacher

Yabancı Dilde En İyi Film: Another Round

En İyi Sinematografi: Mank

En İyi Kostüm Tasarımı: Ma Rainey’s Black Bottom

En İyi Film Kurgusu: Sound of Metal

En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı: Ma Rainey’s Black Bottom

En İyi Özgün Müzik: Soul

En İyi Özgün Şarkı: Fight for You (Judas and the Black Messiah)

En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Mank

En İyi Ses Kurgusu: Sound of Metal

En İyi Görsel Efekt: Tenet

En İyi Kısa Animasyon: If Anything Happens I Love You

En İyi Kısa Belgesel: Colette

En İyi Kısa Film: Two Distant Strangers